Sunday, April 06, 2008

kavgam

kafasını delikten ilk çıkaranla göz göze geldik. gözlerimi kaçırmamaya dikkat ederek yavaş hareketlerle birama doğru uzandım. büyükçe bir yudum indirdim mideme. ilk gelenle gergin bakışmamız sürerken arkadan gelmekte olan destek kuvvetlerinin ayak seslerini hissedebiliyordum. hedefe kilitlenmiş gözlerimi mağrur bir ifadeyle onunkilerden aniden ayırırken, biramın yırtılan kağıdıyla ilgilenmeye başladım. sizi bekliyordum, ama bir o kadar da siklemiyordum ifadesi takınmaya çalışıyordum. onlar ise bir yandan kalabalıklaşıyor, bir yandan da yüz yıllardır sürdürdükleri büyük planın krokisini deliğin önüne sererek son hazırlıklarını yapıyorlardı. kimin nereye dağılacağı zaten önceden belliydi. feromonlar hazırlanmış, antenler parlatılmış, minik potinler yağlanmış, artık ok yaydan çoktan çıkmıştı.



biramı kafama dikip ayağa kalktım. işaret parmağımı tehditkar bir biçimde ileri geri sallayarak tehditkat bir şekilde üstlerine yürürken kontrolü kaybetmeye başladığımı hissediyordum. onlarsa "çok da fifi mnakoyim" dercesine odanın türlü köşelerine bıdır bıdır dağılıyorlardı. yarın kaldırırım lan diyerek geçen sene dolabın yanına bıraktığım evladiyelik cd kutusuna takılarak yere yuvarlanmadan önce son hatırladığım şey "bok bulursunuz lan yerde hamburgeri keşkülü bu sene!" diye bağırıyor olduğum. kesin kararlıydım. bu yaz odamı derli toplu tutacak, yerde gram çöp bırakmayacak, derslerimi günü gününe çalışacaktım. bahar gelmişti. karıncalarla ilk temas sağlanmış, altı ay sürecek olan kadim savaş bu sene de nihayet başlamıştı. söylenerek ayağa kalkıp yatağıma dönerken içimden hızlı hızlı "am sik göt, am sik göt" diyerek sakinleşmeye çalışıyordum yine. yaklaşık 15 dakika sonra sarah helvası yerken uyuyakalacaktım.

Wednesday, June 20, 2007

how to stop an exploding man (stop me june)

Bruce Banner’ı yeşil deve dönüştüren prosesin insanlığın aynı anda hem kurtuluşu hem de yok oluşu olduğuna inanıyorum. Eşik değerin üzerine çıkan adrenalinin adamcağızı geri döndürülemez biçimde önce sinir krizlerine sokması, ardından bu kademeli krizlerin böbrek üstü bezlerini daha da tetiklemesi sonucu adrenalinden ve sinirden yemyeşil kesilen ve canavarlaşma sürecini havaya “mnırzınıskyimmmlaaaan” diye bağırarak tamamlayan bir yokedici yaratması, işin “yok oluş” tarafına ait. Kişisel yok oluş değil belki ama –hatta uyanma, yeniden canlanma bile denilebilir- , toplumsal gelişim için büyük bir tehdit oluşturan bir dönüşüm bu. Neyse ki, toplum kısmından sınavda sorumlu değilim.

Çağrıyla konuşmuştuk bunu en son. “Öyle bir an gelecek ki anıl” dedi, “neo gibi elini kaldırıp dur! diyeceksin. Sonra bir bakacaksın “alev alev” olmuşsun. Yanıyorsun. O zaman işte ben oldum diyeceksin, o zaman uçmaya başlayacaksın.” O tarihte çağrı bunları anlatırken fantastik dörtlüdeki johnny storm (a.k.a human torch) karakterine gönderme yapıyor diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ağzımdan salyalar aka aka hayran bir şekilde dinlerken, “lan ateş adam olsam ne havam olur be” diye sığ yorumlar geçiyordu kafamdan. an itibarı ile bu konuda daha ciddi düşünüyorum.

İşte kurtuluş hali dediğim, aslında çağrının bahsettiği şu “yanma” durumu. Tasavvuftaki “piştim yandım oldum” gibi bişey yani (yedim içtim sıçtım mıydı lan yoksa..). Yani insanı şu kahrolası adrenaline boğan durumlar seni ya bir zebellaha, ya da bir peygambere dönüştürüyor. Neye dönüşeceğin kesinlikle kim olduğuna bağlı. ve tabi ne kadar özel olduğuna.

Misal ben çok özelim. O kadar özelim ki adrenalini aldıkça devleşmeye, etrafa bağırıp çağırmaya, küfürler lanetler savurmaya başlayıp, dönüşüp sürecimi şirin bir “*flop*” sesiyle bitiriyorum, sonra bir bakıyorum yeşil dev hulk değil de dönüşe dönüşe skindirik bir shrek olmuşum.

Ezcümle, ben bu adrenalini nereme sokacağımı bilemedim. Çağrı ise hala “sen çok özelsin, bekle” diyor, “birgün gerçekten uçacaksın.”

Monday, June 04, 2007

isim babası

Çocuk yapmak isteğiyle yanıp tutuşuyorsunuz ama o en önemli an geldiğinde, yani çocuğunuza artık bir isim vermeniz gerektiğinde panikle sağa sola koşuşturup yanlış bir karar vermekten korkuyorsunuz, öyle değil mi? Bunu biliyorum ve inanın sizi çok iyi anlıyorum. Benim de hayattaki en büyük korkum doğacak çocuğuma, o saf yavruya asla haketmediği bir isim koymak. Bu minvalde geçen gün boş bir vaktimde yere oturdum ve benim gibi kendini zor durumda hisseden arkadaşlar için yine optimal isim varyasyonlarına kafa yormaya çalıştım halının üstünde. Özellikle yabancı tandanslı ve afili isimler üzerine konsantre olmaya uğraştım, kafamı bu konuya yoğunlaştırdım. Umarım özenle seçtiğim aşağıdaki 7 isim sizler için bu konuda bir rehber olur, bir mihenk olur.


Mjolnir : thor’un çekicinin ismi. Hem iskandinav tandanslı duruşu sebebiyle ileride iyi bir müzisyen de olabilir, jazz festivallerinde filan boy gösterir belki. Mjolnir motown quartet mesela, heyt be. Kardeşi olursa da ismini eski liverpool’lu stig inge bjornbye’den esinlenerek bjorn koyabilirsiniz. “mjolniiir, bjööörn yemek hazır çocuklaaar” Nasıl, kulağa hoş geliyor öyle değil mi? (Hayır björk esprisi yapmayacağım.)

Barnacle : Bir deniz canlısı ismi. Barney isminin uzun versiyonu diye bilenler varsa hiç heves etmesin, alakası yok. Barnacle’a kardeş getirirseniz eğer, Bartholomeus veya Bartender isimlerini koymayı düşünebilirsiniz, asgari kafiye oranına uyuyorlar zira. En önemlisi de zaten bu değil mi?

Swarley : Sizi bilmem ama ben çocuğuma Swarley ismini koymayı gerçekten düşünüyorum. Hem kardeşi olursa isim derdi de olmaz, Barney koyar geçerim. Barney-Swarley. Eşim olacak kişi de tabi bu espriyi biliyor ve hazmedebiliyor olmalı, Swarley ile hayatı boyunca dalga geçeceğiz çünkü.

Schweinsteiger : Bu ismi ne kadar sevdiğimi cümle alem biliyor. Hatta bazen evin içinde kendi kendime şıvaynştayger diye bağırarak halay çektiğim bile oluyor. Çocuğunuza hiç düşünmeden isim olarak koyabilirsiniz. “Şıvaynştayger’in velisi kim, burda mı?” Ah o günleri iple çekiyorum. Kardeş yaparsanız plasesi Jaggermeister olabilir.

Okaliptus : Evet yabancı bir isim değil bize. Bizden bir isim. Bu ismi koyacağınız çocuğunuzun geleceğinde profesörlük gözüküyor. (Prof. Octavius’dan esinlendim kabul) Kardeş yaparsanız en azından göbek adını Mentol koymak boğazınıza ve çocuğunuza iyi gelecektir.

Stu : İşte olayın koptuğu nokta. Bir çocuğa verilebilecek en iyi isim. Dev. En seveceğim çocuğuma Stu ismini koymayı düşünüyorum. Kız kardeşi olursa da ismi Drew olacak. “Hey Stu, Drew. Akşam solar biiçte partiliyoruz ne dersiniz ha?” Bu isimleri koyduğunuz için çocuklarınız sizinle gurur duyacak. Hell yeah. Yalnız bu isimleri hakkıyla telafuz etmek için söylerken dudağınızı “emmük” diyormuş gibi büzmeniz gerekiyor, o yüzden şimdiden antremanlara başlayın derim.

Saat : Zamanı gösteren nesne anlamına geliyor. Gönül rahatlığıyla çocuğunuza isim olarak verebilirsiniz.



NOT: İsim konusunda takıntımın olduğunu düşünen arkadaşları çıkışa bekliyorum.

Tuesday, May 29, 2007

general information

Büyüyünce bir süper kahraman mıı yoksa en afillisinden bir süper kötü adam mı (super villain’in türkçesi bu muydu acaba) olmak istediğime henüz karar veremedim. Ne dediğini duyuyorum okuyucu, “daha ne kadar büyüyecen dana kadar oldun” veya muadili cümleler çıkıyor di mi ağzından? Kazın ayağı öyle değil işte, Supermen bile 30’undan sonra öğrendi uçmayı unutma (O Teoman mıydı yoksa lan?). Sonra durumu bugün tekrar değerlendirdim ve aslında süper kötü adam olmanın daha avantajlı olduğu sonucuna vardım. Bu sonuca nasıl vardığım konusunu seninle paylaşmayı düşünmüyorum okuyucu, artık ilerde gastelerde Ayşe Alman’la boy boy röportajlarım yayınlanınca anlarsın (o da bir süper kahramanmış diyorlar). Neyse, ne olacağıma karar verdikten sonra kendime koyacağım ismi düşünmeye başladım bugün. Ne mutlu ki çok fazla düşünmeme gerek kalmadan önüme konulan bir formda yazan “General Information” yazısı toplamda en fazla 5 dakika sürmüş olan mahlas arayışlarıma son verdi. General Duncan veya General Bison (Mr. Bison da diyor bazı çevreler) örneklerinde olduğu gibi askeri bir bekgraunda sahip bu müthiş mahlasla ileride ortalığın altını üstüne getirmeyi planlıyorum. Konuyu ofis arkadaşlarıma da açtım. Cingöz bir tanesi “General Electric firmasını da sponsor olarak bağlarsın olm” diye olaya ticari bir açıdan yaklaşarak coşkuma coşk, şevkime şevki kattı. Bir diğer arkadaşım ise, “bence senin zeka yaşın 7 filan yanee” şeklinde yaptığı yorumla, kara listeme adını silinmeyen kalemlerle yazdırıverdi. Bunun üzerine ben de “herkesin tuttuğu sana girsin betül” şeklinde karşılık verip, kızın bu argümanını elimden geldiğince desteklemeye çalıştım. Karşılıklı itildik birbirimizden.

Monday, May 28, 2007

inneci var müsait bir yerde

Şimdi benim bir iğne olmam lazım. Lakin kime yaptıracağım konusunu düşündükçe efkan efekanlar basıyor bünyemi günlerdir, bi fenalıklar geliyor. Eskiden ne güzeldi, ailemizin iğnecisi Turgut Amca geliyor basıyor şırıngayı gidiyordu. Zaten maşallah bizim ailede kıçını görmediği kişi kalmadı Turgut Amca’nın. Hepimize bir vesileyle batırdı o şırıngayı. “Hepimizin kıçını gören Turgut Amca” yakıştırması sanırım bu durumdan geliyor. Neyse efendim, benim kıçımı da değişik vesilerlerle değişik boyutlardaki iğne koleksiyonuyla ziyaret etmişliği var bu tonton amcanın, hatta bir ara üniversitedeyken sabah voltaren akşam b vitamini iğnesi vurmaya geliyor, sabah sağ loba ayrı, akşam sol loba ayrı eziyet ediyordu. Muslukçuların alet çantası gibi koca bir takım kutusu taşırdı Turgut Amca. İçinde çeşitli kalınlık ve boylarda iğneleri bulunuyordu, iyi hatırlıyorum. O çanta açıldığı anda zaten elim ayağıma veriyor, her yanım buz kesmeye başlıyordu. Çaresizce siyaset, sanat, futbol konuşup süreci geciktirme girişimlerim, Turgut Amca’nın multi-tasking özelliği sayesinde adeta boşa çekilmiş kürek gibi oluyordu (oeh). Zira benim “fener de bu sene ne koydu gelene geçene hehemehe” sataşmalarıma hiç geride kalmayıp aynı sertlikle yanıt verebilirken (beşiktaşlıydı) aynı anda da pıt pıt diye işaret parmağıyla ilaç ampülüne vurabiliyordu. Eli işte ağzı beşiktaştaydı yani, windoz gibi adamdı. Eli de zaten hiç hafif değildi hatırlıyorum. “Kasmayalım kendimizi” gibi ettirtgen-oldurtgan cümlelerle sakinleştirme girişimleri, popomdan çıkan “Flöpçk” sesiyle yerini korku, endişe ve acıya bırakıyordu. Yine de dişlerimi sıkıp bağırmamaya çalışır, en fazla bir hıslama şeklinde fısıltıyla “ıhhh” sesi çıkarırdım flöpçk sesiyle eş zamanlı olarak. Şimdi düşünüyorum da, keşke fenerden bahsetmeyip suyuna gitseymişim, adamı kırmızı görmüş boğaya çevirmeseymişim. Bazen hala düşünürüm o günleri yalnızken, ve ne zaman aklıma gelse Turgut Amca ve iğne çantası, sağ ve sol lobum ayrı ayrı zonklar, kıçım başım ayrı oynamaya başlar hemen akabinde.

Neyse efendim, ezcümle geçen gün şirkette iğne günü düzenlendi, tetanoz aşısı olmak için neşeyle sıraya girdik. Sıra bana geldiğinde Turgut Amca’nın bana yaşattığı deneyimlerin katkısıyla rahat hareketlerle hemşirenin karşısına geçtim, gayet kendimden emin tavırlarla kemerimi çözdüm, pantolonumu popomun sol lobu açıkta kalacak şekilde indirip yüzüstü yatıverdim sedyeye. Bütün bunları o kadar hızlı ve çevik yapmışım ki hemşire kızın hihihih diye elini ağzına götürüp “iğneyi kolunuzdan yapıcaz amaaa” demesini ancak elim popomda iğnenin vurulacağı yeri ayarlarken farkettim. Yanaklarım kıpkırmızı bir halde kemerimi çekerken hatırlıyorum kendimi. Ayrıca koldan da fena yakıyormuş iğne, hiç onaylamadım. Onaylamadığımı belirtmek için de biraz bağırdım tabi yekten. Korkan hemşireye de “derdim seninle değil iğneyle, sen sadece bir piyonsun” diyiverdim. Turgut Amca’yı düşündüm o esnada, süper mario bıyığının altından “keh keh” yaparak bana gülen Turgut Amca’yı. Alacağın olsun senin diye gökyüzüne doğru işaret parmağımı savururken yakaldım kendimi. “25’inci yüzyıla girdik, hala iğne oluyoruz mınakoyim” diye söylene söylene sedyeden kalktığımı ve yavaş hareketlerle yerime döndüğümü hatırlıyorum.

Tuesday, May 22, 2007

haya tağacı

çocuklarım kız olursa isimleri, julia, hulia, fulia olacak. ardından erkek doğarsa ismi julio olacak. onu hiç sevmeyeceğiz.

çocuklarım erkek olursa isimleri richard, ashton, trevor ve düdük olacak . düdüğü zor bir yaşam bekliyor.

farklı cinsiyetlerde mantıklı bir seri takip etmeden gelirlerse eğer, isimler geliş sırasıyla furkan, türkan, hürkan, konken ve konkav olacak. son çocuğu okula göndermeyip evde ben eğiteceğim.

birgün soyadım ünsal olursa eğer, ilk çocuğumun ismi hakan, ikincisi niran olacak. üçüncü bir çocuk daha doğarsa eğer, ona bir isim koymayı düşünmüyorum.

peki velev ki 2 çocuğum oldu, ilkinin ismini hayrünisa, ikincisini ise yine hakan ünsal koymayı düşünüyorum. üçüncü çocuğu ise cami kapısına bırakacağım (veya isminin tükürük konulması ve onu hiç sevmeyeceğimiz gerçeğiyle yaşaması gerekecek)

çocuk doğduğunda ismini kulağına dedesi fısıldarmış. son çocuk için ben bu görevi dedesinden devralmayı düşünüyorum. bebeğimin kulağına eğilip, ismini fısıldamak yerine bağıra çağıra öğretmen marşını okuyacağım. beni kovalayan akrabaları bebeği havaya fırlatıp "hadi kapııııış" diye bağırarak savuşturmayı planlıyorum.

çocuklarımın ismi benim için önemli. ileride bu konuyu eşime de danışmak istiyorum. tartışma çıkarsa eğer, "kaç çocuğumuz olursa olsun, yeter ki sağlıklı olsunlar. yeter ki sağlıklı kalabilsinler" diyip o tartışmayı kapatmayı, sonra nüfus bürosunda yine de bildiğimi okumayı hedefliyorum.

bu arada düşündüm de; eğer herşey iyi(normal) giderse ilk çocuğumun ismi deniz de olabilir. ikincisi tenis, üçüncüsü eee..ehm.

bir akşam gelip kutsallarınıza saldırmak istiyorum müsaitseniz

şirin mi şirin bir köpek. göl kenarında pembe panjurlu bir dağ evi. boyunca bir oyuncak ayı, taptatlı sırıtıyor. süt içen bir çocuk, bardağı masaya bırakıp eksik dişleriyle ağız dolusu gülümsüyor annesine. torununu seven tontoş bir dede. begonviller, papatyalar, labadyalar, uçsuz bucaksız ayçiçek tarlaları. evrensel sevgi. bla..bla..

(boşluk, 3 saniyelik.)

naaber lan yarrrrrraaaaaaaam?

İşte böyle keskin geçişler vardır tezatlar arasında. Sakinlik ile sakillik, masumiyet ile vasatlık arasına yerleşmiş şu mide bulandırıcı boşluğa muhabbetle yuva kurabilenler için, hatta bir 6 45 tribiyle ifade edersem “boşlukta çiçek yetiştirebilenler hatrına” saygıyla ayağa kalkıyorum, ehehe mehehe diyorum sırıtarak ve koşa koşa duvara çarpıyorum.

Friday, May 18, 2007

tgif

- aro, apsiad mı?
- buyrun efendim apsiad burası.
- iygünler beyfendi. ben sınır tanımayan salaklar derneğinden arıyorum. aptal sanayici ve iş adamları derneği olarak 5 senedir aidatınızı yatırmıyormuşsunuz.
- evet yaa, unuttuk biz onu.
- haa tamam o zaman.
- tüzüğümüzde de destekleniyor zaten bu tip davranışlar.
- anlıyorum. yok zaten, yatırmış olsanız da ben o paranın bir kısmını ağzıma atıp yiyecektim bi güzel, kalan kısmını da kıçıma sokacaktım.
- yok yatırdık biz aslında da, siz diye başka birinin hesabına yatırdık.
- pek güzel pek güzel. kakam geldi kapatıyorum.
- ben de aptamil yemeye gidiyorum. selametle o zaman beyfendi. orhangencebye.


mmmmfff.

Thursday, May 10, 2007

bir underclock hikayesi

kuzeninki ile benzer bir durum. sadece yalan söyleyene küfreden bir adam konumundan daha değişik bir durum söz konusu.

ben : niye sadece hayvan maması var? yok kedi maması yok köpek maması yok bilmemne maması var da, insan maması niye yok ?
1. kadın : anıl bey lütfen.
ben : gitmiyorum bu öğlen yemeğe ! serin gastemi şu köşeye, orda yiyeceğim yemeğimi.
2.kadın : rica ederim anıl bey lütfen.

--------------------------------------------------------------------------------------------

ben : adamın adının rahmi koç olması sizce de garip değil mi? zaten şekil itibariyle kadın rahminin koç başına benzemesi durumuna bir gönderme var bence bunda.
1.kadın : anıl bey lütfen.
ben : bu adam bence bize bişey anlatmaya çalışıyor.
2. kadın : rica ederim anıl bey, lütfen ama.

--------------------------------------------------------------------------------------------

ben : bruce almayti filmindeki gibi tanrının güçlerine sahip olsam, beşiktaş meydanındaki ışıklı kavşağın tam ortasına mustafa yolaşanın heykelini dikerdim.
1.kadın : anıl bey lütfen.
ben : ama yok. ertesi gün haberlerde insanlar durumun muazzamlığından çok trafiğin nasıl sıkıştığından dem vuracak ve şikayet edeceklerdir.
2.kadın : anıl bey evrakınız var.
ben : pazar 93'ü hatırlayanınız var mı?
müdür : yazane. rapor. evrak.

--------------------------------------------------------------------------------------------

ben: bir balığın yüzeye baktığında gördüğü manzarayı gökyüzü zannetmesi mi daha zavallı, yoksa aynı balığın denizden çıkıp sonunda gerçek gökyüzünü gördüğünde havasızlıktan ölecek olması mı.
1.kadın: anıl bey lütfen, rica ederim.
Ben : bu durumda balıklara bahşedilen 3 saniyelik hafıza kotası, onların doğal seleksiyonunun bir parçası diye düşünebiliriz. bu şekilde korumuşlar kendilerini.
2.kadın : aşiyan’da çok güzel balık yapıyorlar.

---------------------------------------------------------------------------------------------

ben : akli melekelerimde meydana gelen bir tesevvüs durumundan dolayı önümüzdeki 3 ay boyunca doğru düzgün çalışmayacağımı belirtmek isterim.
1. kadın : anıl bey..
ben: lütfen gereğini yapınız.
2. kadın : anıl bey evrakınız var.
ben: ya da yok, ben yaparım.

-----------------------------------------------------------------------------------------------

ben : tam süper olacak. beni beğenmiyür müsün. ölümüne kankaayız. tenhada sıkıştırırım. kanımca.
1. kadın : hihihihi anıl beey :)))))))9
2. kadın : ayyy çok şahane hihihişhiş
müdür: yaka bu hafta çok güzeldi. çok güldüm.
ben : evrak. yazane. rapor.

Friday, May 04, 2007

ad yalanı

bazen, ismimin anıl olmasının ne saçma olduğunu düşünürken yakalıyorum kendimi. genelde bir mail okurken ismime rasladığımda bu hisse kapılıyorum, veya ismime belirgin bir vurgu geldiğinde.

- anıl yumurtan rafadan mı olsun kafadan mı hahaha
- anıl.. mm.. anıllll...
- noluyo lan delirdi bu galiba, vay babayn anayn

Böyle anlarda gözlerimi sımsıkı kapayarak ismimi üst üste çokkereçok kez söylersem eğer eski kanıksamışlığıma tekrar döneceğimi umuyorum, böylece ismime yabancılaşmamın ortadan kalkabileceğini ve tekrar kimliksiz ve isimsizmişim gibi yaşamaya devam edebileceğimi düşünüyorum. ama bunu yaparken dışarıdan pek de normal gözükmeyebileceğim aklımdan çıkıveriyor işte.

-(hiro nakamuravari göz kıs) anılanılanılanılanılanılanılalalnlanlalnlalnlallalaaaaaaaa
-la bu gene sapıttı, dürzü müdür gavat mıdır nedir

çok garip ama. yani bir şekilde dört harf yanyana gelmiş ve benim bu dört harf bir çırpıda söylendiğinde dikkat kesilmem ve ardından denilenleri üzerime alınmam bekleniyor. ve ben de bu kadar senedir sormadan sorgulamadan bunu kabullenmişim, her anıl diyene efendim diyorum. ne saçma lan? her "hıyar" diyene elinde tuzlukla giden adam gibi. ismim söylendiğinde tamamen refleksif olarak tepki vermeyi reddetmek istiyorum sayın okuyucu. insanların bu beklentisini bundan böyle karşılayamayacağım. algıma tolerans istiyorum. ismimle değil, varlığımla anılmak istiyorum. hatta mümkünse bana seslenmek isteyenler ismimle değil, varlığımla çağırsınlar. "anııııl" demesinler de, "çipibüp" desinler mesela. evet bu şekilde çağrılamayacağımı ben de biliyorum, çünkü eminim ki birkaç harfi yanyana getirerek kimsenin varlığına seslenebilmek, onun dikkat kesilmesini sağlayabilmek pek mümkün değil. kimsenin varlığına "çipibüp" diyerek seslenemezsiniz yani. o varlık cevap vermez bu çağrıya. sahi, derdimi anlatabiliyor muyum okuyucu? yoksa derdimi anlatırken, anlamlı kelime öbekleri oluşturmak için kullandığım 29 harf anlaşılmama yetmiyor mu. hatta şu soruyu da sorabilirim, anlaşılmak için illa 29 harfi anlamlı olacak şekilde bir araya getirmek mi gerekiyor. nedir bu anlam kuzum, neye göredir , kime göredir..? neyse kapıyorum bu konuyu, zira müdür geldi.

- anıl bey, bu projeye ait maliyet raporlarını görebilir miyim?
- anıl değilim ben. nikılıs. ismim nikılıs.
- çipibüp desem?
- lan?

Wednesday, April 25, 2007

hayat çapını dik gören çevre tırı

Bakın bakın ne anlatıcam, bakın ne anlatıcam ! Süper bir film sahnesi anlatıyorum bakın iyi dinleyin. Şimdi otoyolda bir araba var tamam mı, önünde bir kaza olduğu için sol şeritte durmakta ve yol iki şerit. Arabada iki kişi var, biri arabayı kullanıyor, esas oğlansa o esnada co-pilot koltuğunda telefonla konuşuyor, kıl yün tüy bişeyler anlatıyor karşısındakine. Kamera esas oğlanın gözünden bakmaktayken bir anda dikiz aynasını görüyoruz biz ve irkiliyoruz. Arkadan koca bir tır yaldır yaldır geliyor, önüne çıkan bir arabaya yekten geçiriyor ve biz o esnada aynadan o arabanın üçlü salto atıp yere devrilişini seyrediyoruz. Bütün olan bitenler yavaş çekimde oluyor ama. O arabaya takla attırması tırı durdurmuyor, kahramanımızın bulunduğu arabaya doğru hızla gelmekte (Lan? diyor izleyenler). Şoför koltuğundaki kişi de dikiz aynasından durumu görmüş olacak ki, "yusuf yusuf" diye bağırarak ani bir hamleyle bir sağdaki şeride geçmeye çalışıyor (yusuf yusuf demesine gülüyor izleyenler bu esnada, kırılıyorlar). Heyhat! Şerit dolu. İzleyiciler "şimdi sıçtılar bak görürsün, bu sefer kurtulamayacak" derken (kahramandan bahsediyor), nasıl olduğunu pek anlayamayacağımız bir şekilde kendilerini sağ şeritteki arabaya teğet halde buluyorlar (yol 2 şerit değil miydi?, e film hilesi o zaman). Tır ise arabanın sol dikiz aynasını yalamak suretiyle götürerek ve sağa çevrilen direksiyonu ile acı frenine devam ederek öndeki gruba yanlamasına dalıyor. Bir gümbürtü, toz , duman.. Kahramanımız, hala elinde tuttuğu telefonda karşısında hala konuşmakta olan şahsa "aaa.." diye bir şaşırma ünlemiyle yanıt verdikten sonra telefonu kapatıyor, ve önce arkaya sonra da önüne bakıp gördüğü manzaraya ürpermeyle karışık şaşırıyor. Şaşırtıdan ağzı bir süre açık kalıyor (ağzının açık kalmasına seyirciler altlarına sıçacak kadar gülerek tepki veriyorlar). Sonra arabaları, içinde bulundukları realiteyi henüz çok fazla algılayamadan kaza mahallinden uzaklaşıyor ve otoyolda kayboluyor. (izleyiciler bir an duraksayıp, yine gülmeye başlıyorlar. gözlerde yaş)

Kamera, kaza mekanına kuş bakışı bir halde bakıyor. Durumun vehametini bize anlatma telaşı içinde, bunu farkediyoruz. Jenerik müziğiyle birlikte film bitiyor ve izleyiciler kahramanımızın yine çok ucuz kurtulduğuna sevinip bir sonraki bölümde başına gelecekleri merakla beklemeye başlıyorlar.

Bir sonraki bölümde İstiklal Caddesi'nde yürüyen kahramanımızın kafasına aniden düşen piyanonun altından nasıl sağ çıktığını seyredeceğiz (bu bölümde gülme efekti de kullanılacak).